2 Kasım 2011 Çarşamba

Deprem Kış Hastalık Kendim Gibi Karmakarışık

Uzun bir süredir post giremedim bloğuma. Tembellik ya da vakitsizlikten değil de beklenmedik bebişin haberini atlatalım derken durağan geçen günlerde yazmakta gelmedi içimden açıkçası. Ya da bahar görünümünde yazın verdiği huzurdu bana her şeye hoşgörüyle yaklaşmayı başartan.
                        Şimdiyse yağmur yüklü bulutlarla gelen hüzün mevsimi sonbahar karışımı flulaşmış kışlar geçiyor ömrümden. Önce bir sürü anne evladı askerimizin öldürülüşü… Birileri öldürürken sessizce seyirci kalan birilerinin katilliliğini atlatamadan henüz depremin acısı çöreklendi yüreğime. Günlerce kilitlendim tv ve haber sitelerine bir umut daha çıkar mı enkazdan, bir azra bebek daha gelir mi dünyaya diye. Ne iş, ne ev, ne çocuk umursamadan beynimi sadece vana kanalize edip sessizce akıttım gözyaşlarımı ölen tüm bebekler, anneler, kardeşler, eşler için.
                                Ben bir haber peşinde beklerken günleri hiç tanımadığım bana dünya görüşü olarakta mesafeler olarakta çok uzak insanların ne kadarda yakın olduklarını anne olunca ne kadar da benzer olduklarını fark ettim . Oysa kardeş bildiğim aynı secdeye baş koyduğum çevremdeki insanlarınsa ne kadar da suni şeylerle hala ilgilenebiliyor olması hayata rutin devam ediyor olabilmelerine de daha da üzüldüm Ben hala insanlığı baştaki örtüde ya da ne bileyim kendi ibadetini yapıyor olmasında arıyorum demek ki. Hala hafsalamda oluşan “öteki” kavramını içselleştirmenin bedelini ödüyorum demek ki…Bu kadar çok aldatılmışken, gözümün içine baka baka bu kadar çok hıyanete uğrayabilmişken hala bir umut ışığı arıyorum . Sanki enkazın içerisinden bir umut diye “azra bebek” çıkacakmış gibi arkadaşlarımın gözlerinde merhamet, adalet, insanlık arıyorum. Depremle birlikte son model başörtülerinden, etek, ceket kreasyonlarından konuşmalarını değil de merhamet adına insanlık adına bir şeyler yapmalarını bekliyorum.
                         Henüz hala atamadım insanların çığlıklarını kulaklarımdan. Sanki üşüyen her çocukta ben hastalanıyorum, el uzatılmayan karanlıktaki her canlı yapışacak yakama nerdeydin diye. Geceleri uyuyamıyorum, zorla ilaçlarla uyuduğumda uykularım bölünüyor kâbuslardan. Küçük meleğim fark etmiş sürekli ağlamalarımı ruh halimi teselli ediyor beni “anne üsülme depyem olursa ben düşmem tamam mı, hem ben didcem ordaki bebeklere mama verecem”diye. Dün akşamdan beride ateşler içinde yapışmış kollarıma “anne işe ditme beni de götür diye”
                            Küçük meleğim benim, seni “bir bitki gibi güzel yetiştirmeye” (Ali İmran 37) çalıştım. Ama keşke bu kadar naif ve nazlı olmasaydın. Şimdi ben incitirim diye koklayarak öperken seni bir başkası hoyratça incitirse canını. Bu kadar flulaşmış bir ortamda benim gibi tanıyamazsa insanları nasıl da incitirler kim bilir nazlı bitkimi?
                         Enkazlar altında bebeğini korumak için çırpınan anne gibi, bombanın üstüne hiç tereddüt etmeden atlayan Hatice Anne gibi elimden geleni yaparım da ben yoksam ve sen yalnızsan… Seni Alemlerin Rabbine emanet edebilirim ancak. Gerek cinden ve gerekse insanlardan olsun, insanların kalplerine vesvese veren o sinsi vesvesecinin şerrinden insanların Rabbi, yegâne halikı, mâliki ve mâ’budu olan Allah (celle celal)’a emanet …Yarattığı şeylerin şerrinden, karanlığı çöken gecenin şerrinden, düğümlere üfleyen nefeslerin şerrinden, hasedini açıklayan ve hasediyle hareket eden hasetçinin şerrinden, sabahın Rabbine …(Nas ve Felak Süreleri)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder