2 Kasım 2011 Çarşamba

Deprem Kış Hastalık Kendim Gibi Karmakarışık

Uzun bir süredir post giremedim bloğuma. Tembellik ya da vakitsizlikten değil de beklenmedik bebişin haberini atlatalım derken durağan geçen günlerde yazmakta gelmedi içimden açıkçası. Ya da bahar görünümünde yazın verdiği huzurdu bana her şeye hoşgörüyle yaklaşmayı başartan.
                        Şimdiyse yağmur yüklü bulutlarla gelen hüzün mevsimi sonbahar karışımı flulaşmış kışlar geçiyor ömrümden. Önce bir sürü anne evladı askerimizin öldürülüşü… Birileri öldürürken sessizce seyirci kalan birilerinin katilliliğini atlatamadan henüz depremin acısı çöreklendi yüreğime. Günlerce kilitlendim tv ve haber sitelerine bir umut daha çıkar mı enkazdan, bir azra bebek daha gelir mi dünyaya diye. Ne iş, ne ev, ne çocuk umursamadan beynimi sadece vana kanalize edip sessizce akıttım gözyaşlarımı ölen tüm bebekler, anneler, kardeşler, eşler için.
                                Ben bir haber peşinde beklerken günleri hiç tanımadığım bana dünya görüşü olarakta mesafeler olarakta çok uzak insanların ne kadarda yakın olduklarını anne olunca ne kadar da benzer olduklarını fark ettim . Oysa kardeş bildiğim aynı secdeye baş koyduğum çevremdeki insanlarınsa ne kadar da suni şeylerle hala ilgilenebiliyor olması hayata rutin devam ediyor olabilmelerine de daha da üzüldüm Ben hala insanlığı baştaki örtüde ya da ne bileyim kendi ibadetini yapıyor olmasında arıyorum demek ki. Hala hafsalamda oluşan “öteki” kavramını içselleştirmenin bedelini ödüyorum demek ki…Bu kadar çok aldatılmışken, gözümün içine baka baka bu kadar çok hıyanete uğrayabilmişken hala bir umut ışığı arıyorum . Sanki enkazın içerisinden bir umut diye “azra bebek” çıkacakmış gibi arkadaşlarımın gözlerinde merhamet, adalet, insanlık arıyorum. Depremle birlikte son model başörtülerinden, etek, ceket kreasyonlarından konuşmalarını değil de merhamet adına insanlık adına bir şeyler yapmalarını bekliyorum.
                         Henüz hala atamadım insanların çığlıklarını kulaklarımdan. Sanki üşüyen her çocukta ben hastalanıyorum, el uzatılmayan karanlıktaki her canlı yapışacak yakama nerdeydin diye. Geceleri uyuyamıyorum, zorla ilaçlarla uyuduğumda uykularım bölünüyor kâbuslardan. Küçük meleğim fark etmiş sürekli ağlamalarımı ruh halimi teselli ediyor beni “anne üsülme depyem olursa ben düşmem tamam mı, hem ben didcem ordaki bebeklere mama verecem”diye. Dün akşamdan beride ateşler içinde yapışmış kollarıma “anne işe ditme beni de götür diye”
                            Küçük meleğim benim, seni “bir bitki gibi güzel yetiştirmeye” (Ali İmran 37) çalıştım. Ama keşke bu kadar naif ve nazlı olmasaydın. Şimdi ben incitirim diye koklayarak öperken seni bir başkası hoyratça incitirse canını. Bu kadar flulaşmış bir ortamda benim gibi tanıyamazsa insanları nasıl da incitirler kim bilir nazlı bitkimi?
                         Enkazlar altında bebeğini korumak için çırpınan anne gibi, bombanın üstüne hiç tereddüt etmeden atlayan Hatice Anne gibi elimden geleni yaparım da ben yoksam ve sen yalnızsan… Seni Alemlerin Rabbine emanet edebilirim ancak. Gerek cinden ve gerekse insanlardan olsun, insanların kalplerine vesvese veren o sinsi vesvesecinin şerrinden insanların Rabbi, yegâne halikı, mâliki ve mâ’budu olan Allah (celle celal)’a emanet …Yarattığı şeylerin şerrinden, karanlığı çöken gecenin şerrinden, düğümlere üfleyen nefeslerin şerrinden, hasedini açıklayan ve hasediyle hareket eden hasetçinin şerrinden, sabahın Rabbine …(Nas ve Felak Süreleri)

30 Haziran 2011 Perşembe

Asudeyle Profilo Gezisi

Dün Profilo alışveriş merkezine gidelim dedik. Tabi küçük prensesi ikna etmek zor. Babaya gidelim dedim kızım “hayıl” neden annecim babayı sevmiyor musun “ ok sevmiyor ben bana dızıyor” demez mi? Havamızda değiliz demek ki deyip iptal ettik.
Daldı bizim küçük dedektif yine çekmecelere eski çoraplarını koyduğum çorap torbasını bulmuş.Küçük bebeklik çoraplarını çıkarınca,sevinçle bağırıyor;bidik çoyap bidik çoyap (minik çorap).Hadi bebeğine giydirelim dedim, mam (tamam ) anne diyor. Giydirme işlemi bitince de “bittik (bitti)” diyoruz.
Biraz sonra çamaşır sepetine girmeye çalışırken pat düşünce “baba baba “ diye ağlamaya başladı. Güya babamızı sevmiyoruz sorunca ama korkunca, canımız acıyınca velhasıl ağlarken hep baba diye ağlıyoruz nedense. Yardım edip oturttum sepete azıcık sallayayım dedim, vapur geldi prensesin aklına. Vapura ilk bindiğimizde sarsılınca baktım korktu oyuna çevirdim hemen. Sallanarak sallanıyoruz, sallanıyoruz dalgalarla deyince hoşuna gitti hem de şimdi vapur delisi oldu. Evde sık sık vapurculuk oynuyoruz şimdi. Sepetle de sallayınca “vapul vapul didelim” diye tutturunca hadi bakalım madem öyle Profiloya gidelim dedik. Giderken takside şarkı söylüyor bizimki, aynen şöyle cümleleri; pıstık(fıstık) ben, pıstık ben… Çıtır çıtır yerim seni fıstık diyorum bende. Ardından şarkı değişiyor .”Çıtıl Çıtıl yeyim fıstık”Şarkılar eşliğinde vardık sonunda babamıza da kavuştuk.
Profilo’da küçük çocuk heykelleri koymuşlar banklara. Asude hepsinin yanına oturup onlarla konuştu, sarılıp öptü. Hatta biri iki çocuğun kucağında köpek şeklindeydi. Bizimki köpeği çıkarıp almaya çalışırken de benim benim diye çığlıklar atıyor. Gülmekten öldük ya. Mağazalarda en çok takılarla oynuyor. Aslında ona aldığım hiçbir takıyı da takmaz ama küpelerden bilezik yapıyor kendine. Çığlıklarıyla uğraşarak bıraktırana kadar baya yoruldum. Birde LCW ne zaman girsek peluş çantalardan bir tane kapıp geliyor hatun. Evdeki üçüncü çantasından sonra artık dördüncüyü almam dedim. Baktım babası da yoruldu peşinde koşmaktan napalım dördüncüyü de alalım havasında. Hoş alınca zaten beş dakika sonra bütün havası kaçıyor ikinci bir kez eline bile almıyor hatun. Hadi bırak kızım diye peşinde koştururken elinde çanta “benim benim” diye koşuyoruz mağazanın içinde. Anlatmaya çalışıyorum ben tabi paramız yok annecim var senin evde zaten derken hatun meğer aldığı yeri arıyormuş. Birde öyle sımsıkı sarılmış ki hiç bırakmayacak alıp çıkacaz galiba derken çantaların yerine gelip ordaki tezgâhtar ablasına uzatıp çantayı havalı havalı “ al “ deyip vermez mi? Madem bırakacaksın a kuzum ne koşturuyorsun peşinden.
O kadar yorulmuş ki “çıtır fıstık” arabaya biner binmez kucağımda uyuyakaldı.Uyumadan önce nedense sanki gideceğini biliyor gibi babasına bakıp “baba “ deyip birde onun elinden tuttu.
Yorgun savaşçılar gibi eve döndük. Ütü, yemek derken baya geç bir saatte uyudum. Babamız sağolsun şehir dışına çıkacağından 3–4 saatlik uykumda bölündü sık sık. Erkenden kalkıp hazırlıkları yaptıktan sonra uykucu şirinimi bıraktım kreşine. Babacık şehir dışına çıkınca yüklendim omzuma uykulu küçük fıstığımı bıraktım teyzesinin kollarına.
 Senin annem deyip sarılışın, kokumu içerine çekercesine sımsıkı kenetlenişin… Tatlı kızım benim, sen aklıma gelince önce bir gülümseme düşüyor yüzüme sonra gözyaşlarım süzülüyor yanaklarımdan. Hala alışamadım seni bırakıp gitmelere, alışmayı geçtim de kabullenemiyorum bile.  Şimdi senden nasıl beklerim kabullenmeni. Her gece uyurken yarın kreşe gidecez, arkadaşlarımızla oyun oynayacaz onlar Asudeyi çok seviyor derken yükselen itirazların; Hayıl,hayıl… dreş yok çığlıkların.

15 Haziran 2011 Çarşamba

Şehr-i İstanbul

Bu şehir bu insanlar ah bu kalabalık… Hayat omuzlarımda taşıdığım yük misali yorgunluğumun adı nicedir bu şehirde. Kalabalık caddeler tıka basa dolu otobüsler, üstüne yaz sıcağının eşliğinde nemli bulutlar.
Bu şehir ki adı Şehri-İstanbul değil de yılgınlıklar ve kavgalar dolu Babil. Bu şehir ki Fatihin yadigârı, peygamberin müjdesi Konstantin değil de, günahlar ve sapkınlıklar merkezi Pompeı. Bu şehrin yorgunluğu mudur, telaşesimidir; yüreğimizi karartan, insanlıktan uzaklaştıran. Dört duvar beton yığınlarından medet umar gibi dostluk yarenlik beklerken, her şeyinde suçlusu damı bu beton yığını kent?
Bu şehir sahabelerin, mübarek evliyaların istirahat mekânı aynı zamanda. Bu şehir asudemin, baharımın doğum yeri. Şehir değil aslında gam ve kederin nedeni, günah yüklü yağmur bulutların yüreklere ekilen hüznün nedeni de değil. Makam mevki hırsının, daha çok kazanmanın daha çok mal sahibi olmak için delice koşturmaların, telaşlı adımların nedeni de şehir değil bizleriz. Renkli vitrinler, lüks konforlu cafeler, caddeler, alışverişler, dükkânlar…
Nelerin esiri olmuşuz Rabbim, neler için hizmet ediyoruz. Kazandıkça harcayarak, harcadıkça daha da mutlu olacağız derken, yemek pişmeyen sohbet edilmeyen uyumak için otel misali kullanılan hanelerimizde değil misafirhanelerde yaşıyoruz artık. Başım dönüyor kalabalıklardan, koşturmalardan.
Bütün bu gürültüler içersinde her kafadan bir ses çıkarırcasına dedikodu fısıltıları, yalanlar, küskünlük için uydurulan bahaneler kulaklarda. Vahiyden dem vuranda yok, vahyi dinleyen de. Nerde kaldı Müslüman kardeşlerimin sıcaklığı, gözlerine baktığımda yüreğime ılık ılık akan uhuvvet. Şimdi bakışlardan kaçıyorum Rabbim, eleştirmek için didik didik ederek tepeden tırnağa süzen nazarlardan. İnsanlardan kaçıyorum Rabbim yaralanmaktan kırılmaktan korkumdan. Bu kentten kaçıyorum Rabbim dağdağa ve gürültü arasında kaybolmamak için.

8 Haziran 2011 Çarşamba

Rabbimle Hasbihal

Hayat uzun ve meşakkatli bir yolculuk doğumla ölüm arasında. Dertsiz tasasız kul yoktur en nihayetinde dünyanın faniliğine kapılmamak için. Lakin şu tarif edemediğim; engin denizlerde suyun ortasında kalmışımda boğuluyorum hissi nedir Rabbim. Nedir bu dünya insanlarının telaşı, aldatmacası yalan dolanı kumpası. Kendimi bir Dallas dizisinde gibi hissediyorum benden habersiz benimle gelişen olaylar silsilesinde.Bu da geçer yahu diyorum bu da geçecekte geçmiyor bu boğazımdaki düğümler ,Yutkunmakta zorlanıyorum ama gözlerimden akılan sicimlere hiç engel olamıyorum.Uzun süredir uyuyan yılanı (kin ve garezi) uyandırdım yine yanlışlıkla tılsımlı sözcükleri söyleyerek. Ne zannettim kendimi bilmiyorum ya da ne kadar güçlü zannettim. Hiç kimsesiz fakir ve yetim bir garibanın ne haddine hesap sormak ne haddine hakkını savunmak, sus pus kalmamak.
Öğrencilik yıllarımda Ankara’nın soğuk gecelerinde düğümlenirdi yine böyle boğum boğum boğazım. Bazen sabahlara kadar ağlar, bazen yazar çoğu zamanda okur, satır aralarında kaybolurdum. Hayatı ve durduğum yeri kaybeder yukarıdan sahnedeki oyunu izlermişçesine temaşa ederdim anı ve günü. Sırtımı yaslayacağım birkaç dostum vardı çözüm üretemese de sabrı ve hakkı tavsiye eden başımı her eğdiğimde dik dur diye salık veren. Böyle durdum ben ayakta bugüne kadar böyle mücadele ettim zorluklarla. Şimdi etrafta verdiği öğütleri inkar eden, arkandan kuyunu kazan görünüşü selim içi hain insancıklar. İnsanları sevmeden nasıl yaşanır, güvenmeden nasıl ilişki geliştirilir hele de karşındaki kardeşim demen gereken biriyken bilmiyorum ben bilemedim öğrenemedim. Vardır elbet bir sevenim vardır elbet sevmese de iyi niyet taşıyan içinde az da olsa insanlık ve merhamet barındıran. Onlar da sadece sabrı tavsiye eder oldu, haktan bahseden yok artık. Hakkı sadece ay ortasında aldığın maaş zanneder olduk artık. Aldın sus payını otur yerine ve her zulme katlan her hakareti çek; izzetini nefsini vs hadi her şeyi geçtim de adaleti de at gitsin bir yerlere. Ben adalet mücadelesi için bitirdim bu okulu, ben hakkı yükseltmek için gecenin karanlığında saklanarak yürüdüm fakülte koridorlarında. İçimden avazım çıktığı kadar haykırmak istiyorken bunları susmak ve gözlerime bakarak herkes her şeyi anlasın istiyorum. Mücadele zeminine bakıyorum ne kadar farklı artık. O dönemler yel değirmenine karşı Donkişot gibiyim demiştim. Koca bir devlet, bir sürü akademisyen silahlı güvenlik, polis vs derken Rabbim nasılda tuttun ellerimden nasılda o beklemediğim bir anda bahara çevirdin kışımı. Aldığım diplomaya inanamayıp günlerce ağladım şükürden. Ama o zamanlar daha kolaydı her şey. Çünkü haklı bir mücadele zeminindeydim, çünkü düşmanım açık ve net kim belliydi.Şimdi her şey karışık herkes karışık; kararmış insanların yürekleri zihinleri.Bu karanlığın ortasından bir tek Sen çıkarırsın beni yine Rabbim. Sana sığınıyorum insanların vesveselerinden, Sana sığınıyorum korkaklaşmış, hakkı ve hakikati unutmuşlardan. Sen beni bana bile bırakma Rabbim. Beni düşmanlarıma gülünç duruma sokma. Aklıma, dilime en çokta dinime ve imanıma mukayyet eyle.

24 Mayıs 2011 Salı

Sen ve Dostlarım

Resim yazısı ekle

Bu sabah telefonun alarm ziliyle uyandım. Gece diğer günlere göre çok erken sayılacak bir saatte uyumuş olmama rağmen gözlerimi açmakta zorlandım. Alel acele telefonu bulup alarmı susturana kadar kuzucuk gözleri kapalı yanından ayrıldığımı hissettiğinden elleriyle yatağı yoklayıp beni aramaya başladı. Zaten benimde aklım hala yatakta atladım kızımın sıcak kucağına. Saçlarını okşadım, öptüm, kokladım pamuk yanaklarını, kuzucukta iki koluyla sıkı sıkı sarıldı bana. Bu halde ana kız sarmaş dolaş bir uyumuşum servisin gelmesine beş dakika kala uyandım telaşla. O kısa süredeki uyku bana bir ömür telaşını unutturdu, içimi tatlı bir huzur kapladı. Sıcacık bir sevginin tüm bedenimi ısıtarak, yüzümde belirgin bir gülümseye dönüştüğü andı evden çıkışım.

Oya günüm çok sıkıcı ve tatsız geçmiş, içinden çıkamadığım bir hale dönüşmüştü hayatım bir anda. Plan ve hesaplarımın karışmasının verdiği gerginlikle Asude’nin koşturmaları, çılgınlıkları, ağlamaları üstüne hayatın tüm yükü üzerinde olan bendenize akşam babacığın gelipte çözüm yerine “e ne olacak ne yapacaksın şimdi deyişi”…Bir gece evveli sabaha kadar uyuyamamış uyku ve uyanıklık arası gördüğüm hayaller kâbuslar karışımı bir dizi olayın sadece kâbus kısmı gündüz canlanıvermişti nasıl olduysa. Aklına gelenin başına gelmesi gibi bir şeydi galiba bu benim hayatımda birçok kez yaşadığım şeyin adı. Stres ve baskı altında genelde huzursuz ve sinirli olurken bu son olanlar sonucu umursamaz bir ruh haliyle erkenden uyumayı seçtim iyiki de öyle yapmışım. Sımsıkı sarılarak küçük kuzuma, saçlarını severken ellerimi çekip yanaklarını okşamamı istedi. Onun en çok bu uyku halini seviyorum. Gündüz içine cin kaçmış küçük haylazdan eser yok uykuda. Ağzı yarı açık gözler yumuk yumuk, pamuk yanakları kırmızılaşmış…
İçimin sıcaklığı, bu huzurlu halim hiç geçmesin istiyordum. Ama birazdan servisten inecek soğuk ve kasvetli havasını dağıtmak için maviye boyanmış büyük binanın merdivenlerinden çıkarken bile gerilerek sıkılarak girecektim işyerine. Nedensiz birdendire aklıma çok sevdiğim bir arkadaşım geldi yüreğim daha da ısındı. İstanbul’da olmasına rağmen uzak mesafeler nedeniyle görüşemediğim ara sıra telefonla konuşabildiğim canım ablam. Varlığını bilmek bile, canım sıkıldığında seni arayabileceğimi bilmek bile ne huzur verici. Sonra bir diğeri, bir diğeri derken onlarcası… Dostluk bu herhalde, en kötü anında ismini hatırladığında yüreğine yayılan sevgi sıcaklığı, huzur. Çevremde bulunan bir sürü insan kalabalığını arkadaşım zannedip onlarda da sizdeki sıcaklığı arayacak kadar aptalmışım. Bu huzuru sükûneti bulamadığım için ne kadar üzülüp ağlamıştım. Sonra da kendimi dünyanın en yalnız insanı olarak görmüş, geçimsiz huysuzun birimiyim diye düşünmüştüm. Oysa şimdi birdenbire beni kendimden iyi tanıyan, kendime dahi haksızlık yapmamı engelleyen birçok dostum olduğunu anımsadım. Kızıma sarıldığımda hissettiğim o eşsiz huzuru sizlerin sohbetinde bulmak ne garip.
Sizlerin yokluğunu dolduramayışımın verdiği boşlukmuş meğersem iç sıkıntılarımın nedeni. İşte bu sabah tekrar yüreğimin dolduğunu hissettim Asudemin sıcaklığında. Yaşlı bir teyze Asude için senin arkadaşın, dostun olacak dediğinde gülümsemiştim o benim kızım annelik arkadaşlıkla nasıl aynı olacak diye. Oysa şimdiden ağladığımda gözyaşlarımı silen, üzüldüğümde yanağıma küçük buseler konduran, babasıyla ufak tartışmamızda bile koşarak babasına parmağını sallayıp “ şus anne dızma” deyip yüzüne hızlı bir şaplak indiren küçük meleğim, beni koruması altına almışta haberim yok. Ufak bir kaza sonucu parmağım kesilmişti geçen haftalar ve yine benim küçük meleğim parmağımdaki kesiği her görüşünde öperek “anne uf” oldu, öptüm deçti” demişti.
 İsmini “Asude” koymamın nedeni buydu huzuru ve sükuneti sevmeme rağmen hayatıma bir türlü sokamamam. Seni görenler hani bunun asudeliği . Sessiz, mutlu, huzurlu bir hali yok diyor bende dahil. Uykunda da olsa sükûnet oldun sen bu sabah bana, huzur oldun. Küçük ellerindeki sıcaklığı, gözlerindeki masumiyeti yüreğime serpiştirdin. Unuttuğum dostlarımı, dost sıcaklığını yaşattın. Hayatımızı tümden huzurla kaplamak için biraz daha büyümeni beklemem gerekecek belki ama olsun bu bebeklik hallerindeki şirinlik kapatıyor zaten tüm mutsuzluklarımı.

15 Nisan 2011 Cuma

Sen ve Kitap İki Dost

Hastalıklarımız birleşince kuzucukla topladık valizi uçtuk dedeye. Bir tek dede değildi bizi bekleyen ama itiraf edeyim sanırım biz en çok dedeyi özlemiştik. Hem de denk geldi teyze, dayı, kuzen şöyle kalabalık bir aileyle 2. yaş günümüzü kutladık. Gerçi senin o mızmız çekilmez hastalık döneminle anne kıskançlığı birleşince sürekli bir zırıltıya dönüştü kahkahaların ama bana çok iyi geldi baharı Urfa’da birkaç günlüğüne de olsa yaşamak. Kreşimi arıyordun, babamı mı bilemiyorum ama her gün anne eve diye sızlandın, olmadık her şeye çığlıklar atarak ağladın. Hele birde teyzenler ve dayınlar başka kuzenleri sevecek olunca hüzünlü bir yüz ifadesiyle bakıp sonrasında attığın hıçkırıklar.
Bloga yazmaya başladığımdan beri ne zaman bir şeyler anlatacak olsam baktım ki hep bahara ve Urfa’ya gitmiş yazıların sonu. Sanırım mutluluk benim için hep orda bir yerde kalmış. Küçük bir kız çocuğunun mahzun bakışlarının gölgelediği kitap sayfalarının arasında. Uzun süredir kaybolmadım kitap sayfalarındaki büyülü masalların, derin fikirlerin arasında. Şu sıralar sadece internetten okuyabiliyorum. Ama nette okurken kâğıt kokusunu içime çekemediğimden midir nedir, hiçbir sayfa ve yazı kitaptaki gibi olmuyor. Kitaptaki karakterlerinin yerine koyup kendimi “suç ve cezadaki” Raskolnikov gibi tavan arasında küf kokularının arasında kitap okuyor gibi hissetmiyorum kendimi. Ya da Orhan Pamuk’un kitaplarındaki İstanbul’un dar ve karanlık arka sokaklarında yürüyen ben değilim nette.
Kitaplar benim sığınağımdı. Gerçek hayatta yaşadığım sorunlardan kaçış durağım düşünmek istemediğim birçok şeyi bertaraf ederek zihnimi oyalayan yoldaşım. Bu yüzden öğrencilik hayatımda Ankara’da sadece kitapevlerinin adresini biliyorum. Kış günü sıcak çay buğusu gibi özledim oraları. Kitapları karıştırıp yeni kitaplar bulmayı, sahaflarda kim bilir hangi nedenle elden çıkarılmış benim olması için heyecanlandığım eski dostlarımı. Şimdi yer bulamadığım için balkonda kolilerde bekleyen yoldaşlarım. Anlam veremediğim çıkarcı, hesapçı insanlar gibi değilsiniz siz. Derdinizi de sevincinizi de paylaştığınızda sonunuz ne olacağını düşünmek zorunda olmadığınız. Aşık Veysel’in kara toprak gibi benimde can dostum kitaplar. Umarım sende seversin kitapları kuzucum. Umarım sende insanların kara yüzleriyle tanışmak zorunda kalmadan kitap dostu olursun.
Kitaplardan uzaklaşmaya başladığımdan beridir içimde geçmeyen bir sıkıntı var artık. Eskiden beridir hayata olumlu yönleriyle bakabilen pozitif biri olamadım maalesef. En mutlu anlarımda bile içimde hep buruk bir hüzün oldu daim. Müslüman olmak hep mütehazzin olmak gibiydi sanki. Hani bir yerlerde zulüm gören kardeşlerin, işgal edilen ülkelerin, öldürülen bebelerin hepsi senin canın senin parçan… Boğazında lokmaların düğümlenmeden geçebiliyorsa Afrikalı aç kardeşlerini düşünmeden, süslenip püslenip gezebiliyorsam Filistin’deki çocukları düşünmeden vicdanım nasıl susacaktı? Yastığa başımı koyduğumda nasıl uyuyabilecektim deliksiz düşünmeden. Ne kadar değiştim kızım senden sonra. Sana bu kadar anlam yüklemek korkutuyor beni. Şimdi senin bir kahkahanla geçiyor tüm hüznüm. Seninle oynarken ne sıkıntım kalıyor yüreğimde ne de coğrafya üzerindeki zulümler aklımda.
Ama sen yokken yanımda ölen her bebekte senin acınmış gibi kanıyor yüreğim, engelleyemeden akıyor gözyaşlarım. Daha bir yaralıyor annesiz kalmış bebekler, bebeğini kaybetmiş anneler dimağımı. Saçının teline rüzgâr dokunmasın diye sarıp sarmalarken ben seni; unutuyoruz kardeşlerini, kardeşlerimizi. Hatırlayıpta sadece kahırlanmak yerine ellerinden tutmak sarılıp acılarını paylaşmak istiyorum ama eksik ve günahlı dudaklarımdan dökülen dualarım hariç varamıyorum hiçbirine. Şimdi kitaplarımın yerine sana kaçıyorum efkârımı dağıtmaya. Rahman Seni bana fitne değil, rahmet yapsın inşallah asudem. Namazlarıma, hayırlarıma, dualarıma engel değil de yüreğime rahmet yaysın senin sevgin sayesinde.

23 Mart 2011 Çarşamba

Baharı Beklerken...

Baharı neden bu kadar seviyorum anlamam. Oysa her tarafından alerji fışkırarak hapşırıklarla yaşayan bir alerjen olarak bahar hep çekilmez olmuştur bana. Sadece hapşırık olsa neyse de üstüne geçmeyen baş ağrıları, kıpkırmızı her an sulu gözler… Sabahları yorgunluktan uyanamama sürekli bir mayışıklık uyku hali. Bahar yinede güzel ve benim her şeye rağmen en sevdiğim mevsim kalacak.
Papatya mevsimi olduğu için belki. Eskiden heyecanla kendimi kırlara salar saatlerce papatya, gelincik envai çeşit çiçekler toplar, taç yapardım saçlarıma. Çiçeklere düşkünlüğümü çevremdeki herkes bilirdi. Evinin çatısı toprak dam olan komşu Fatma Teyze bahar gelince damlarından papatya toplamaya çağırırdı beni. Hele birde köye gidince üzüm bağımıza komşu teyze deste deste rengârenk güller çiçekler demetlerdi bana. Hatta bu çiçek toplama sevdam yüzünden hiç unutmam bayramlık denizci kıyafetlerimde gelincikler yüzünden kıpkırmızı lekeler olmuş ve sadece bir defa giyebilmiştim.
Şehirdeki evimizde baharda şenlenir renklenirdi. Arkadaşlarımın kuraklıktan yeşilsizlikten çöl diye andığı Urfa benim zihnimde dünyanın en yeşil en güzel şehri olarak bu yüzden kalmıştır dimağımda. Hz. İbrahim’im atıldığı ateşin dönüştüğü gülbahçesi birde… Rengârenk, dünyanın birçok yerinden yediveren güller ekilir Hz. İbrahim makamına. Babamda baharlarda dergâhın bahçıvanından gelen her yeni gülfidanından alır saksılara ekerdi. Küçük iki odalı avlulu bir evimiz vardı . Tüm avluyu ve damı rengarenk envai çeşit çiçek saksılarıyla doldurmuştu babam. (Bilmeyenler için bu arada Urfa’da evlerde çatı yoktur, odaların üstü 1-2 metre yükseklikte çevrilerek beton yapılır. İşte buna dam denir. )Annemler köye tarla, bağ, bahçe işleri için gittiğinde çiçeklerin bakımı bana bırakılırdı. Kurak yaz sıcaklığında şimdiki gibi gürül gürül akan çeşmelerimiz yoktu. Sabahları günde iki saat musluklardan su akardı ve biz her sabah erkenden kalkar yüzlerce saksıya  tek tek su verirdik. Biraz meşakkatliydi ama bahar gelince açan rengârenk çiçeklerle evin içindeki o ıtırlı kokuya değiyordu fazlasıyla.
Bizim ailenin de nerdeyse yarısı baharda doğmuş. E tabi canım kızım Asude ve sevgili eşimde benim gibi bahar çocuğu. Bu kadar neden sanırım yeterli alerjen birinin bahara tutkun olmasına. Bahar henüz İstanbul’a gelmedi Maalesef. Gülhane’deki laleler, Fethipaşa ve Emirgandaki erguvanlar… Hele bir ısınsın hava kuzucuk elele tutuşup birlikte koklayacağız tüm çiçekleri.

14 Mart 2011 Pazartesi

İstanbul’da beklenen kar

İstanbul’a kar yağıyor usul usul. Önce bir savuruyor her yeri örteceksine biraz sonra durulup izlemeye başlıyor insanlardaki telaşı. Etrafımdaki herkes dualar ediyor Allahım şu kar artsında beyazlara bürünsün her yer diye.
Karı da yağmuru da evde pencereden izlerken seviyorum ben çalışırken işte değil. İstanbul’da geçirdiğim ilk kışta kar nedeniyle kayıp kolumu kırmamın etkisi var mı bu düşüncemde bilemiyorum. Tabi birde kartopu oynamadaki beceriksizliğim de olabilir. Ama bu sefer seninle kartopu oynamayı bende bekliyorum dört gözle.
 Geçen yıl babacık askerdeyken yağmıştı kar Kuzucuk sen hastaydın, hastane çıkışı arabaya binene kadarki 2–3 metrelik mesafede karı fark etmiş heyecanla çığlıklar atıp tutmaya çalışmıştın. Ne zor günlerdi bizim için, dedecik varken pek bir mutluydun ama birer birer gidince anneanne, dayı, dede. Üstüne de kuralcı otoriter yaşlı bakıcı. Hiçbir şey geri getirmeyecek senin o en çok sevgiye ve şefkate muhtaç olduğun zamanları. Hiçbir şey henüz 6-7 aylık küçük bir bebekken bile “anne del, anne del” diye telefonda ağlayarak beni çağırışlarını.
Modern dünyanın çıkmazları bunlar annecim. Yıllarca okuyup büyük adam olarak dahi çocuklar yetiştireceğiz diye çalışır, sonrada bebeklerimizi cahil insanlara teslim ederiz. Para kazanmak için durmadan çalışır, kuzucuklarımızı komünist rejim gibi anaokullarına, kreşlere bırakır; sonrasında da bozulan beden ve ruh  sistemini düzeltmek için kazandığımız paranın da fazlasını harcarız. Bir de ekleriz her lafımızın ardına. Bu devrin çocuklarında var bir acayiplik saygı bilmezler söz dinlemezler diye. Bu devrin çocukları çok şanslısınız ne de olsa. Ne isteseniz alınır, bizim gibi abladan kalma eski önlükler eski kıyafetlere büyümüyorsunuz siz. Yediğiniz önünüzde yemediğiniz arkanızda ya. En pahalı en iyi hastaneler emrinizde.
Benim çocuğum değil de benim kardeşim olarak gelseydin dünyaya keşke. Teyze, dayı, hala, amca, dede, nine bunlar senin için bayramdan bayrama duyacağın sadece telefonlarda anımsayacağın kavramlar olmasaydı keşke. Hiç tanımadığın asık suratlı bakıcılar, kimsesizler yurdu gibi kreşlerde değil de özgür sokaklarımızda oynayarak büyütebilseydim seni keşke annem. Açlığını, susuzluğunu, uykunu her şeyini ağlamadan yüz ifadenden hemen anlayıp o ilk zamanlardaki gibi anne gibi karşılayabilseydim keşke. Şimdi istediğin her şey için çığlıklar atmaz zorundasın. Kızmıyorum sana annecim, biliyorum nedenini. Bildiğim için uzun uzun anlatıyorum sana “anladın mı annem” diyorum , “annadım anne “ diyorsun.
 Tam bir oyun kedisi oldun bu aralar. Sürekli bir yerlere tırmanma bir yerlerden atlama. Her defasında da annenin ellerinden güç bularak “hop” yapıyorsun kucağıma. Geçti o kara ve soğuk günler pıtırcığım. Ben geçti sanıyorum galiba uykuya dalışlarını zorlaştırması, uyumaktan korkman hariç sende geçti diyodun bana oyunlarınla, kahkahalarınla. Ama dün gece neden uyumuyorsun kızım dediğimde “anne baba ditti” diye ağlayınca birkaç kış birkaç bahar daha geçmesi gerekmiş sanırım o kara kışı unutmaya.

6 Mart 2011 Pazar

Mübarek Cuma

Yine sıkıcı bir işgünü. Çalışmaya başlamak için tam bir saat gazetenin nerdeyse ilanlar hanesini bile okudum. O kadar uzattım ki işi şu an hala önümde okumak için bekleyen bölümleri duruyor.
Tamda bugün işyerlerindeki mobing üzerinde yazmaya karar vermişken evliliklerle ilgili bir anket çalışmasına yardımcı olmak üzere başlıyorum ankete. Allahım ne biçim sorular bu? Sanki ülkemdeki tüm evlilikler aslında bitecekte kadınlar tarafından toplum, ekonomi, çevre baskısı nedeniyle zorunlu sürdürülüyor. Her soruda alttan “hadi korkma cesaret etsen bırakıp kocanı kaçacaksın demi” psikolojisi. Tvdeki dizilerden çokça etkilenmiş sanırım bu akademisyenler. Ya da sanırım tam tersi dizilerden çokça etkilensin diye yazılan senaryoların toplumu ne kadar etkileyebilmiş olduğunun başarı ölçümü.
Tamam, yani bizim toplumun erkekleri özellikle de muhafazakâr kesimde öyle romantik filmlerden kopmuş gelmiş Romeo değiller ama sırf çocuk, toplumsal kaygılarla da ömür boyu çekmek zorunda kalacağımız kadar da değil yani. Hoş her ne kadar iki gündür gecikmeli de olsa sevgili kocamın doğum günüm için gecikme bahaneleriyle bana göndereceği çiçeği bekliyor olsam da hala.  
Boşayayım mı yani şimdi doğum günümü henüz 3 yıllık evli olmamıza rağmen ben hatırlatmadan hatırlamaması, üstelik hatırlatmama rağmen bir çiçeği üç gün boyunca çiçek sepetinden sipariş verip gönderme becerisi dahi gösteremediği için. Bilemiyorum beklide haklılar yıllarca biz bu adamların fakirlik dönemlerini, maçoluklarını “kocamızdır, çocuğumuzun babasıdır” diye çekelim kırkı geçince de düzelince ekonomileri bulsunlar yirmilik hatunu zenginliğin sefasıyla değme Romeolara taş çıkarsınlar romantizm de.

Gerçi ben klasik türk kadını gibi benim kocam yapmaz böyle bir şey diyenlerdenim. Ama malum şu sıralar muhafazakâr kesimi laboratuar hayvanı gibi incelemeye alan malum medya Başakşehirdeki kinci evliliklere takmış durumda. Adam dindarsa iki ev geçindirmeye de gücü varsa kesin vardır bir dalaveresi gizli kapaklı hatunu naraları gazete sütunlarında dolaşıyor. Üstüne de bu anketin agudik gubidik soruları gelince ne oluyoruz erkeklerden bu iş kadınlara mı geçti dedim? Artık şimdide kadınlar mı bırakıp ikinciyi bulacaklar? Soruya bakın mesela. “Kadınlar da erkekler kadar cinsel özgürlüğe sahip olmalıdırlar.”Ben mi anlayamadım diyorum yani bu ne demek şimdi? Erkeklerin ne zaman böyle bir özgürlüğü oldu da şimdi kadına verme sırası geldi. Gel de buna şimdi birden beşe kadar puan ver. Ya Rabbi fesuphanallah…
Neyse yazımın sonuna doğru gelmişken arayıp sevgili kocamı sen misin doğum günü mü es geçen bloğuma yazayım seni görürsün dedim ama tam telefonu kapatırken çiçek geldi ama olsun iki gün gecikmenin cezası da olsun bu kadar.

2 Mart 2011 Çarşamba

MERHABA WORLD

 Bugünde çenem düştü diyeceğim ama konuşmaktan ziyade yazıyorum, bu duruma nasıl bir deyim bulunur acaba “elim düştü” gibi. Henüz bir bloğum olalı bir ay bile olmadı ve ben en üretken günümde aldım elime kalemi tıkır tıkır pc de yazıyorum. Tam da bloğumu açıpta yazılarımı ekleyeceğim. O da ne? Yasakçı zihniyet şimdide bloglarımıza takmış. Vay efendim neymiş iki blog izinsiz maç yayınlamış hoppala bütün bloglar kapatıla.
Kuzucum hep senin için daha özgür ve yasaksız bir ülkeydi hayalim ama sanırım bu baharda özgürlük için daha erken. Şimdi bir blogger kapatımından bu kadar olumsuzluk umutsuzluk da neyin nesi diyeceksin ama deme. Bak ortadoğuya özgürlük beklerken yaşasın krallar devrildi derken ABD yine çıkarma yapmış. Yakında Libya halkı Kaddafi’nin, Tunus halkı Zeynelabidin’in kabirlerine Saddam gibi çaput bağlayıp mum yakarak medet bekler olacak gibi. İnşallah olmaz da Rabbim senin gibi küçük bebeklerin masum çocukların yüzü suyu hürmetine korur Müslüman kardeşlerimizi. Dua et kuzucum. Senin süt kokan günahsız, gülünce tomurcuk çiçek açmış gibi süzülen küçük pembe dudakların dua etsinde Rabbim korusun kardeşlerimizi.

İSTANBUL’DA YOL HALİ

Yorucu bir hastane yatışından sonra ilk iş günüm bugün. Bu soğuk, kasvetli yere varışım da hiç kolay olmadı. Zira son kalan paramı eve gelecek yardımcıya bırakıp nasılsa servisle gideceğim işe diye parasız çıkınca evden… Yaşlı ve huysuz servis şoförüyle  umursamaz iş arkadaşlarım birleşince klasik Necla İstanbul Yollarında Sürünür Sendromu yaşandı bugün. Birde on kuruş yüzünden binemeyince tramvaya aceleyle parasız ricayla bindiğim belediye otobüsü de meğer ters yöne gitmiyor muymuş? (Zaten oldum olası İstanbul’da şu Topkapı’yı öğrenemedim gitti.)Aksaray’a gider iken buldum kendimi Merter’de.
Metroda sağda soldaki gazete manşetlerine göz atmaya çalışırken kaderin cilvesi işte diyorum. Merhum Erbakan Hoca hesaplanmış gibi (zaten hesaplanıyor tabi) 27 Şubatta vefatı ve benim doğum günümde başıma gelenler. Bu dünyaya ait değilsin kızım bunu anlatıyor sana Rahman. İlla da parmağını gözüne sokarcasına birileri kovacakta seni öylemi oturacaksın evinde. Birileri çek git dememeli illa, sen kitaplarına dön, seminerlerine konferanslarına. Hiç olmadı küçük kuzucuğun saçlarını okşa o mışıl mışıl uyurken.
Kuzucuk hasta hasta bıraktım ya seni kreşe. Ama sen annecim arkadaşlarını çok özlemişsindir, evde de sıkılıyorsun zaten, onlarda seni çok özlemiş oyun oynamak için seni bekliyorlarmış(!) palavralarıyla. Şimdi annen her şeyi hak ediyor bence de. Uykusuz ve yolda yediği soğuğun etkisiyle titremeyle bir de çalışıyor ki sorma bütün işi bitti zaten J

BUGÜN BENİM DOĞUM GÜNÜM

Doğum ve ölüm çözümleyemediğim yorucu ve uzun bir yolun başlangıç ve bitişi. Yol halinin devreleri biri diğerinin bitimi yani. Yok olmak, yokluk yok ya zira evrende süregelen bir varlığın değişim güzergahlarının sancılı başlangıçları her ikisi de.
Bugün aynı zamanda Rahmetli Erbakan’ın ölümününse 3. günü henüz. Ahiret hayatında doğum günü. Dünyaya gelirken (herkes aynı oranlarda şanslı olmasa da ) güler yüzüyle şefkat ve sevgi dolu kalbiyle sarıp sarmalayacak anne babalarımız olmayacak orda. Her şeyin hesabını kitabını verme zamanı, mahsul zamanı dünya hayatının iyi ve kötülükleriyle.
Rabbim hesabını kolaylaştırsın hocam. Rahmetini üzerinden esirgemesin. Zira “O” en merhametli en adil “O”landır.

18 Şubat 2011 Cuma

Baharı Beklerken

Baharı Beklerken

Bahar için sonbaharlardan sonra kış geçmeli dimi bebeğim... Kış illa da camın kenarında bir fincan sıcak çay eşliğinde babanın pişirdiği kestanelerle karı izlerken geçmeli ki anlamlı gelsin bahar.Oysa şimdi ben dosyaların arasında aklımda sen ... Sen yuvada ortada dolanıp dururken... Yere düştüğünde annem diye ağlarsın sen, bebeklerle oynarken anneni taklit edersin benim gibi yatırırır dizlerine örtüsüne sarıp sımsıcak öpe koklaya uyutursun.Bahar gelecek annem yine de. O en sevdiğin parka gideceğiz birlikte istediğin kadar koşacaksın, kaydıraklara tırmanıp elllerimden tutarak yine seni aşağıdan tutmamı bekleyeceksin. Hele saat bir 17.00 göstersin de bu akşam park olmasa da bu akşamlık bahar gelecek annem az kaldı sabır...